23 Temmuz 2016 Cumartesi




AKLIMDA KALANLAR…
SON DARBE DENEMESİ
 VE DÜŞÜNME ZAMANI…







27 Mayıs 1960. Şahit olduğum ilk ihtilal. 555 K. Aklımda kalan en önemli şeylerden birisi bu. 5 inci ayın, 5 inci günü, saat 5 de Kızılay’da... Sonra Harbiye öğrencilerinin yürüyüşü, 27 Mayıs gecesi sabaha karşı Alparslan Türkeş’in radyodan konuşması, Ankara Radyo evinin önünde tanklar… Daha sonra Yassıada… Demokrat Parti yöneticilerinin yargılanması… Bebek davası, köpek davası…
-Sanıklar getirildiler, bağlı olmayarak yerlerini aldılar…
Yargıç Salim Başol’un sesi hala kulaklarımda…
En sonunda mutsuz son… İdamlar…

İkinci şahit olduğum ihtilal, daha doğrusu ihtilal denemeleri Talat Aydemir’in kalkışmasıydı. Talat Aydemir ve Fethi Gürcan 1962 de ve 1963 de iki defa darbe yapmayı denediler... Radyo evi yasal kuvvetler ile Talat Aydemir’in adamları arasında defalarca el değiştirdi.
-Talat’ın üç buçuk adamı hiçbir zaman idareye el koyamaz!
Yine idamlar… İkisi de idam edildi.

Sonra 12 Mart 1971 da bir çeşit ihtilal oldu. . Ordu muhtıra verdi. Demirel şapkasını aldı gitti. Sonradan şöyle diyecektir:
 -Nazmiye Hanım gitme diye yalvardı. Direneyim de kiminle direneyim?                  

Demirel, ihtilalin olduğu sabah, kendi eli ile cumhurbaşkanı yaptığı genelkurmay başkanı Cevdet Sunay’ı defalarca telefonla aramış ancak ulaşamamıştı. Cevdet Sunay ihtilalcilerin tarafındaydı.

12 Eylül 1980 ihtilali. Halk, iyi mi oldu, kötü mü diye hala tartışıyor.  Kenan Evren’in ihtilalin bildirisini okurken ki televizyonlardaki görüntüsü gözlerimin önünden gitmiyor. Ziver bey köşkü, işkenceler… Yıllardır durmayan sağ sol çatışmaları birden şak diye bitivermişti. Yine idamlar… Aklımda bir de şu yer etmiş… Kenan Evren anlatıyor:
-Haksızlık olmasın diye, bir sağ düşüncelilerden asıyorduk bir soldan… Vay be!

28 Şubat post modern darbesi…
-Kadayıfın altı kızardı, şimdi üstü kızaracak.
-Geçiş kanlı mı olacak, kansız mı olacak?
-İslam dinarı…
Erbakan böyle şeyler söyledikçe tüylerim diken diken oluyordu.
Ordu, Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Erbakan’ın defterini dürdü. Erbakan hemen ertesi sabah istifa etti. Yeni hükümeti Mesut Yılmaz kurdu... Bu olay Türkiye ihtilaller tarihine 28 Şubat Süreci olarak geçti. Esasında bal gibi ihtilaldi.

27 Nisan 2007. “E Muhtıra…”  Cumhurbaşkanlığı seçimi. Ordu, eşinin başı kapalı diye, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasına karşı idi. Meclis diretiyordu. Silahlı kuvvetler internetten bir bildiri yayınladı:
-Ordu üstüne düşen görevi yapacaktır!
Ama bu sefer iktidardaki Ak Parti askeri kazımadı. Meclisten seslendi:
-Buradayız, elinizden geleni ardınıza koymayın,  deyiverdi.
Bu sefer asker kuyruğunu kıstırıp gitti. Gül cumhurbaşkanı oldu.

Veee… 15 Temmuz 2016. Darbe teşebbüsü.  Ordunun içindeki bir gurup darbe yapmaya kalktı. Emir komuta bu sefer çalışmadı. Komutanlar darbeye katılmadı. Biraz da şansın yardımıyla devlet kurtuldu. Darbeciler yakalandı. Olan “bomba aramaya gidiyoruz, bu bir tatbikattır” diye kandırılan askerciklere oldu. “Niyazi” oldular. Bu darbeyi yapanlar Fethullah Gülen taraftarlarıymış. Tayyip Erdoğan ile Fethullah Gülen arasındaki sürtüşme birkaç yıldır devam ediyordu. (Bu konuda yazmıştım. Uzun adam ile Hoca Efendi - http://ankarali-505.blogspot.co.il/ )
Şimdi ne olacak? Tayyip amca bir güzel ayıklayacak. Ondan olmayan kim varsa temizleyecek.  Artık neyin ne olduğunu tarih yazacak. Belki kurunun yanında yaş da yanacak. Her kesin kendisine göre bir düşüncesi var, herkes okuduğu kadar, seyrettiği kadar, öğrendiği kadar olayları değerlendirecek.
Benim aklımda neler kalacak derseniz, sivil halkın üzerine sürülen tanklar, parçalanan insanlar, ezilen arabalar, otomatik silahlarla halka açılan yaylım ateşler, vurulan bir sürü insan… Alçaktan uçan uçaklar, helikopterler… Kendi halkını bombalayan, öldüren askerler… Komutanına silah çeken yaverler… Halkın sokağa dökülmesi, daha doğrusu o sokağa dökülen halkın profili…  Sarıklar, cübbeler, kafa kesenler, yağmalayalım diyenler, ikide birde tekbir sesleri… Yarı çıplak kıllı herifler… Peşinden teslim olan askerlere yapılanlar, linç girişimleri… Kelepçelerle yerde yatan generaller, darp edilmiş komutanlar… Üstelik daha suçlu mu suçsuz mu daha belli bile değil… Bu ne vahşilik, bu ne vandallık, öyle bir kısmı filan değil bütünüyle... Askeriyle, siviliyle… İşte Türk halkı… Aklım başımda olduğu müddetçe hatırlayacağım şeyler bunlar olacak… Bir de son bir şey işittim ki, inşallah doğru değildir. İstanbul Etiler’de bir grup vahşi, ellerinde taşlar sopalarla, başı açık araba kullanan kadınlara saldırmışlar. Aman ya Rabbim!
Sonunda olağan üstü hal ilan edildi. Türkiye bir kere daha bütün dünyaya rezil oldu…
Düşünme zamanı… Türkiye bir kez daha  “acaba bu ülke yaşanılacak bir ülke mi”  diye sorgulanıyor. Türk Yahudileri elbette tedirgin. Ama bu sefer tedirginliklerinin sebebi antisemitizm değil.  Bilakis. Türkiye’deki Yahudiler son zamanlardaki, özellikle İsrail Türkiye arasındaki yakınlaşmadan dolayı rahatlamış durumdalar. Tedirginliğin sebebi bu sefer terör idi.  Bu darbe girişimi de mevcut rahatsızlıkların üzerine tuz biber ekti.
Bu noktada söylemek istediklerim var. İsrail’de yaşayan Turkanoslar’la,  (İsrail’e göç etmiş Türk kökenliler) Türkiye’de yaşayan Yahudiler arasında sanki bir “çekişme”  var. Acaba bana mı öyle geliyor?
İsrail’dekiler, “yahu, görmüyor musunuz? Orada durulur mu, gelsenize” diyorlar.
Türkiye’de kalma kararındakiler, “niye gelelim, biz burada rahatız, siz gittiniz diye biz de mi gidelim? Karışmayın bize. Siz, bizim buradaki rahat hayatımızı kıskanıyorsunuz” diyorlar.   
Bazı Turkanoslar, Türk Yahudilerini “omurgasız”  olmakla suçluyorlar. “Siz menfaatleriniz için Yahudiliğinizden de vaz geçmişsiniz, İsrail de sizin için hiçbir şey ifade etmiyor” diye düşünüyorlar. Türk Yahudilerine “yalaka” diyorlar…
Türk Yahudileri ise düşünüyorlar: 3-5 kişi bir araya geldiğinde konu hep göç. Türkiye’nin durumu meydanda. Korkudan 5 bin Yahudi, İspanyol ya da Portekiz pasaportu aldı. Hin-i hacette bulunsun diye. Göç kararı almak çok zor.  İsrail mi, başka bir ülke mi? Kelimenin tam anlamıyla duvara toslamak gibi. Hele belli bir yaştan sonra. İsrail’in hayatı çok zor diye düşünenler var.  Lisan yok. Elde avuçta öyle hatırı sayılır bir para da yoksa kolay mı göç etmek? Hangi işi yapacaksın bu saatten sonra? Kiminin yaşlı büyükleri var. Kiminin çoluğu çocuğu, torunu torbası var.  Çocuklar, okul, iş, güç, nasıl aile geçindirecekler? Yetişmiş çocukları olanlar evlatlarını İsrail’de askere göndermek istemiyorlar. Korkuyorlar. Ve neticede kafalarını bilerek kuma gömüyorlar. Sonunda düşünmekten de sıkılıyorlar, tartışmaktan da. “Biz burada rahatız, karışmayın bize” diyorlar. İnşallah iyi olacak. Kim istemez ki? Allah hepimizin yardımcısı olsun.
Bu arada da gelenler, gelebilenler geliyor… Son sıralarda da bu sayı arttı… Ben de 60 yaşımdan sonra geldim. Kolay değil elbette. Neler çektiğimi ben bilirim.  Ama bir şekilde oluyor işte. Allah yardım ediyor. Kolay değil, ama imkânsız da hiç değil.
İşte tam bu noktada söylemek istediklerimi dile getireceğim.
Karışmayın. Kimse kimseye karışmasın. Kimsenin tavsiyeye ihtiyacı yok. Yahudiler neyin ne olduğunu görecek kadar kültür sahibidirler. Onlar durumlarını değerlendiremiyorlar mı?  Her kesin kendi özeli var. Kimse kimsenin şartlarını bilemez. Kiminin para sorunu var, kiminin sıhhat sorunu, kiminin aile içi durumu...
Turkanoslar oradakilere “gelsenize”  dedikçe onlar, daha bir mutsuz oluyorlar, daha bir tedirgin oluyorlar. Buna hakkımız yok. Hele bu konuşmalar, yazışmalar terbiye sınırlarının ötesine de geçince iş nefrete dönmeye başlıyor. Bu noktada ben de çok rahatsızım, özellikle kabalığı, terbiyesizliği tarz edinmiş kimselerin paylaşımları sadece öfke ve nefret getiriyor. En azından bize yakışmıyor…
Bu haftalık da bu kadar sevgili kardeşlerim, yeğenlerim ve dostlarım.
Sizi seviyorum.
Hoşça kalın, sevgiyle kalın…

Aaron Baruch  (Ankaralı)